Biliyorsunuz, Ayhan Bora Kaplan adında bir kişiye Ankara Esenboğa Havaalanı’nda yapılan operasyonun görüntüleri Türkiye’de bir başka tartışmayı başlattı.
Ayhan Bora Kaplan kimdir? 14 farklı suç kaydı var bu kişinin; sayması zor, gayret edelim: Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, uyuşturucu madde imal ve ticareti, Ateşli Silahlar ve Diğer Aletler Hakkında Kanun kapsamında işlenen suçlar, dolandırıcılık, genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, işyerinden ve kurumdan hırsızlık, kasten öldürme, kasten yaralama, tehdit ve hakaret, kişilerin huzur ve sükûnunu bozma, kullanmak için uyuşturucu satın alma, bulundurma, mala zarar verme, oto hırsızlığı, otodan hırsızlık, resmi belgede sahtecilik, resmi belgeyi bozmak, yok etmek ve gizlemek…
Gördüğünüz gibi Ayhan Bora Kaplan’ın sayılan 14 farklı suç kaydı, kendisinin adeta bir suç makinesi olduğunu gösteriyor. Türk Ceza Kanunu’nun suça ve suçluya yaklaşımı açıktır. Ancak Ayhan Bora Kaplan’ın kimlerle kesiştiğine baktığımızda, karşımızda eski Adalet Bakan Yardımcısı, eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı ve şimdi Yargıtay üyesi, Eski İçişleri Bakanı ve şimdi milletvekillerinin kendisiyle ilişkide olduğu ve network’ünde bulunduğu ortaya konuluyor.
Peki, böylesine bir suç makinesi ile ilgili acaba emniyet bir işlem yapmış mı?
Evet arkadaşlar, 2019’da kendisi teknik takibe alınmış, izlenmiş, dinlenmiş, görüşme kayıtları not edilmiş ve 2019 yılında böylesine bir suç makinesine karşı yapılan teknik takibe karşı savcılık, Yüksel Kocaman‘ın Ankara Cumhuriyet Başsavcısı olduğu döneminde kovuşturma yapmaya yer olmadığına yönelik takipsizlik yok kararı vermiş.
Şimdi soralım: 14 ayrı suçtan neredeyse işlemediği suç olmayan bir kişiye yıllarca teknik takip yapıyorsunuz ve arkasından nasıl takipsizlik, kovuşturma yapılmasına yer olmadığına yönelik karar veriyorsunuz?
Yüksel Kocaman bugün diyor ki Yargıtay üyesi sıfatıyla geçmişte görev yaptığı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı dönemine ilişkin: “Emniyet’e yazdık, cevap gelmedi diye bir savunma yapıyor.
Şimdi arkadaşlar, kimse bizim aklımızla alay etmesin. Emniyetin ita amiri Cumhuriyet savcısıdır. “Emniyetten yazı gelmedi” diyerek herhangi bir suç makinesine kovuşturma yapmamak Cumhuriyet savcısının bir savunma mekanizması olabilir mi?
Olsa olsa bu yapılan bir siyasi kararın, verilen bir siyasi kararın sonucu olabilir. O halde soralım: O günün KOM Başkanı olan Mahmut Çorumlu ne oldu? Bugün Emniyet Genel Müdür Yardımcısı. O günün Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Aktaş, bugün ne oldu? Bugün İçişleri Bakanı Yardımcısı. Ve nihayet Süleyman Soylu… Bu ilişkiler Ayhan Bora Kaplan konusunda 2019 yılında bir soruşturma yapılabilmesine imkan vermemiş görünüyor.
Peki, aradan zaman geçti; 2023 Eylül’ünde Ayhan Bora Kaplan sırtına basılarak Ankara Esenboğa Havaalanı’nda gözaltına alındı. “Sırtıma basma” diye bir polise sesleniyor ve polis diyor ki: “Daha senin nerelere basacağız?” Şimdi Ayhan Bora Kaplan’ın geçmişte ne olduğu belli de bugün de “daha senin nerelerine” basacağız diye gözaltına alınması nasıl yorumlanıyor? Deniyor ki: “Değişen konjonktür çerçevesinde bağlantılarını kaybeden ve yurtdışına kaçma hazırlığında bulunan…” Değişen konjonktür neymiş? Süleyman Soylu gitmiş, yerine Ali Yerlikaya gelmiş. Bir bakan değişebilir elbette iktidarda, 20 yıllık AKP iktidarı elbette içişleri bakanı değiştirebilir. Peki, içişleri bakanının değişmesi suça ve suçluya yönelik muamelenin değişmesi anlamına mı geliyor? Yani geçmişte korunan bir suçlu, konjonktür değişince, bağlantıları kaybolunca korunamaz hale geliyor ve yurtdışına kaçmaya mı çalışıyor? Bunu da Emniyet, İçişleri Bakanlığı adeta basın bildirisiyle ifade mi ediyor, bu gerçeği itiraf mı ediyor? Bütün bunlar kabul edilebilecek şeyler değildir.
Peki neye uğramış Ayhan Bora Kaplan gözaltına alındıktan sonra? Bir mülakat aşamasına tutulmuş. Yüksel Kocaman diyor ki: “Bu mülakat aşaması FETÖ’cülerin onu itirafa zorlamak için yaptığı bir işlemdir” diyor ve “hukuki değildir” diyor. Peki söyleyelim, bu mülakat uygulaması ilk kez Ayhan Bora Kaplan’a mı uygulanmış? Mülakat ne demek? Yani gözaltına alınan kişiyi yanında avukatı olmadan polisler tarafından ifadeye çekilmesi, adeta yanında avukatı olmadan hukuk dışı yöntemlerle zorlanması. Eğer Ayhan Bora Kaplan için bu mülakat uygulaması hukuk dışıysa, 2017 ve 2020 yılları arasında 3 yıl Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yaparken Yüksel Kocaman binlerce insanın bu mülakatla hukuk dışı zorlama süreçlerine muhatap olmasına yönelik ne yapmıştır?
Peki, bu mülakatta ne diyor? Yani adeta Yüksel Kocaman’ın mülakatı eleştirmesinin amacı ne? Çünkü diyor ki Ayhan Bora Kaplan: “Ben bir yüksek yargı mensubuna rüşvet olarak villa aldım” diyor. “Ayrıca ben onlara araba aldım” diyor. Peki, mülakattaki bu ifade neden soruşturma sırasında kayda geçirilmiyor?
Demek ki birileri buraya da müdahale ediyorlar.
Mülakatı geçtik, sonra avukatı aracılığıyla gerçek bir soruşturma ve ifade alma süreci başlıyor; 9 saat sürüyor, 137 sayfalık bir ifade ortaya çıkıyor ve burada Ayhan Bora Kaplan açıkça emniyet görevlilerine rüşvet verdiğini, 2017 yılında kendisinden 250 bin dolar talep edildiğini, haftada 30 bin TL’lik rüşvet paralarının kendisinden istendiğini söylüyor ve bunları 2017 yılında muhatap olduğu durumlar olarak kayda geçiriyor.
Peki, bu duruma ilişkin yine Yüksel Kocaman ne söylüyor? Aslında Ayhan Bora Kaplan ve Yüksel Kocaman aynı şeyi söylüyorlar. Emniyet’te FETÖ’cüler var, kripto FETÖ’cüler var. Bu kripto FETÖ’cüler Ayhan Bora Kaplan’ı gözaltına almış. Bu kripto FETÖ’cüler, Ayhan Bora Kaplan’ın mülakatı sırasında Yüksel Kocaman aleyhine adeta ifade vermeye bunu zorlamıştır.
Ya Türkiye’de bu suçluların suçları ortaya çıktığı zaman, buna ilişkin kanıtlar, ifadeler ortaya çıktığı zaman FETÖ’cüleri, kripto FETÖ’cüleri suçlama duygusu daha ne kadar sürecek? Daha ne kadar bu FETÖ’cü suçlaması adeta suçluyu ve suçu örtmek için kullanılan bir mazeret niteliğine dönüşecek?
Ayhan Bora Kaplan’la beraber 29 gözaltı var, bunlardan 14’üne yönelikte bir tutuklama durumu ortaya çıkmış.
Biraz da arkadaşlar size Yüksel Kocaman’a ilişkin bilgi vermek isterim. Kendisi 2014-2017 yılları arasında Adalet Bakanlığında Müsteşar Yardımcısı, 19 Ocak 2017 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanıyor. 19 Eylül 2020’de evleniyor; nikah şahitleri Süleyman Soylu, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler, Türkiye Barolar Birliği’nin o dönemki başkanı Metin Feyzioğlu ve kendisi balayına helikopterle gidiyor.
Şimdi o halde soralım: Geçmişte Adalet Bakanlığı’nda müsteşar yardımcılığı yapmış maaşı belli; Cumhuriyet Başsavcılığı yapmış, maaşı da belli… Geçmişte mutlaka mal varlığına ilişkin kayıtlarının da orada olması lazım. Bu kişinin hemen nikahtan sonra saraya gidip Cumhurbaşkanından icazet alması ve arkasından da balayına helikopterle gitmesi, o günü itibarıyla Türkiye’nin en pahalı otellerinde balayını yapmasını nasıl açıklıyoruz?
Acaba bu ifadeyi Yüksel Kocaman’ın o günkü durumuyla, Ayhan Bora Kaplan’ın bugün verdiği ifadeyle birlikte değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tablo nedir? Bu düğünden yalnızca 2 ay sonra, 27 Kasım 2020 tarihinde de Yargıtay üyesi olarak atanıyor…
Peki, Yüksel Kocaman, Ayhan Bora Kaplan ifadesi birlikteliği acaba aynı ortamda bulunmaya dönüşmüş mü? Evet, Ayhan Bora Kaplan bunun defalarca olduğunu söylüyor ama Yüksel Kocaman öyle demiyor. Diyor ki: “Biz bir yerde oturuyorduk. Geldiler bana, bir kişinin mekan sahibi olduğunu ve kendisinden zorla rüşvet istendiğini söylediler. Benimle görüşmek istediğini söylediler. Ben de O zaman gelsin dedim. Kendisi bana durumu anlattı ve ben de ona hukuk devletinde böyle şeyler olmaz dedim” dedi.
Arkadaşlar bir kere daha ifade edelim; Ankara’da gece hayatının neredeyse sahibi olmuş, mafya düzeni içerisinde insanları kaçıran, büyük AVM’lerin, rezidansların 20 küsur katlarında insanlara işkence eden, adeta dişlerini çeken, sonra da eğer diş ücretleri gelmediyse “dişlerini yaptırmadıysan IBAN gönder de sana para göndereyim” diye insanlarla dalga geçen bir suç makinesinin, aynı ortamda Ankara Cumhuriyet Başsavcısı ile Yargıtay üyesiyle İçişleri Bakanıyla nasıl bir durumu olabilir? Yani Türkiye’de suçlular Cumhuriyet Başsavcılarıyla birlikte aynı ortamda olabiliyorlar mı? Biz onlara mekan sahipleri mi diyoruz?
Onlar Kalaşnikoflarla, otomatik silahlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisini korumak üzere Süleyman Soylu ile, Süleyman Soylu’nun kuzeni Sadık Soylu ile beraber TRT’de Türkiye’yi kurtaracak insanlar mıdır? Türkiye’nin bu insanlardan ve bu ilişkilerden kurtulmaya ihtiyacı vardır. Bunu da bu şekilde ifade edelim.
Nihayet gelelim Süleyman Soylu’ya… Süleyman Soylu diyor ki: “Bu bana yapılmış bir operasyondur, operasyon çocukları devrede.” Twitter’da kullandığı mesajı aynen sizlerle paylaşmak istiyorum: “Görev yaptığımız dönem boyunca iftirada itibar suikastından beslenenler, paydaşlarıyla intikam sürecini yönetiyorlar.” İntikam sürecini kim yönetiyor arkadaşlar? Ayhan Bora Kaplan’ın gözaltı kararını kim vermiş? Bu kararın başında İçişleri Bakanı olarak kim bulunuyor? Yani Süleyman Soylu İçişleri Bakanıyken İstanbul Valisi olan Ali Yerlikaya bugün İçişleri Bakanı olmuş, Ayhan Bora Kaplan’a operasyon yaptırıyor ve operasyon sonrasında da diyor ki: “Bu memleketi mafyadan temizleteceğiz.”
Yani eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, şimdiki İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’yı kendisine operasyon çekmekle ve bu intikam sürecini yönetmekle mi suçluyor?
Ayhan Bora Kaplan ve onun gibiler Türkiye’de özgürce dolaşmaya devam mı etsinler?
Bu örnek gösteriyor ki, mesele Süleyman Soylu’dan ibaret değildir; mesele bir Yargıtay üyesinden, eski Cumhuriyet Başsavcısından, mafyadan ibaret değildir. Türkiye bugün itibarıyla tam da bu pislik tablonun içine düşürülmüş durumdadır. Türkiye’nin emniyetini, adaletini ve güvenliğini tüm bu süreçlerden temizlemek, çağdaş, demokratik adalete inanan bir hukuk devletine yeniden dönme zorunluluğumuz vardır. Israrla bu sürecin takipçisi olacağımızı da ifade edelim.
Ha şunu da söyleyelim ki, hakkında bu kadar iddia olan Süleyman Soylu hakkında acaba dokunulmazlığının kaldırılması ve bu çerçevede hakkında bir soruşturma yürütülmesine yönelik herhangi bir işlem yapılacak mıdır? Adı geçen Yargıtay üyesi eski Cumhuriyet Başsavcısı hakkında herhangi bir işlem yapılacak mıdır? Ayhan Bora Kaplan’ın beraber tutuklu bulunduğu 14 kişiden ibaret mi olacaktır, yoksa izleri çok yukarılara doğru giden bu operasyonun sonucu nereye kadar varırsa oraya kadar takip edilecek midir? Bu sorular kamuoyunun gündemindedir ve tarafımızdan da takip edilmeye devam edilecektir.
1 Ekim’de Meclis açılacak ve 1 Ekim’den sonra da 31 Mart 2024 tarihinde yerel seçimler yaşayacağız. Yani başka bir deyişle Meclis açıkken 6 ay sonra yerel seçimlere gideceğiz.
Daha evvel, 6 Şubat depremlerinden evvel Adalet ve Kalkınma Partisi hem ailenin korunmasını hem de başörtüsü serbestisini ele alan bir anayasa değişikliği taslağını getirmişti. Şimdi daha kapsamlı bir anayasa değişikliği niyetinde oldukları görülüyor. Niyetlerinden bağımsız olarak önce şunu söyleyeyim: Türkiye’nin 1982 Anayasası’nın yerine gerçekten demokratik, gerçekten sivil, gerçekten özgürlükçü bir anayasayı getirme niyetimiz var ise bunu biz nerede hazırlayacağız? Bunu bir siyasal partinin mutfağında mı hazırlayacağız? Sadece Meclis koridorlarında mı hazırlayacağız, Meclis komisyonlarında mı hazırlayacağız? Ya değilse? Örneğin barolar gibi, örneğin demokratik kitle örgütleri, sivil toplum kuruluşları gibi toplumun tamamının katkı koyacağı bir süreci mi başlatacağız? Bu süreci başlatmış mı AKP? Buna yönelik herhangi bir hazırlık var mı? Yok…
O halde süreci nasıl okumalıyız? Yerel seçimlerden hemen önce orta yerde, mümkünse Meclis aritmetiğini değiştirecek, bunun siyasete etkilerini arayan, başörtüsü oyuncağını yeniden ele geçirmeye çalışan tipik bir Erdoğan taktiği olarak görmekte yarar var. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin tutumunu çok açık ifade edelim: Cumhuriyet Halk Partisi hem Anayasa’nın hem de anayasaya bağlı, onun altında çalışan yasaların, genel düzenleyici işlemlerin demokratikleştirilmesini, sivil ve askeri vesayetten tümüyle soyutlanmasını istemektedir. Ancak demokrasiyi arayan, amacının olmadığı açık olan AKP ile birlikte bir anayasa çalışmasının da mümkün olmadığını anlayacak bilince sahiptir. Bu nedenle getirsinler taslaklarını, tasarılarını, niyetlerini görelim. O çerçevede biz hep beraber bir değerlendirme yaparız.
İki şey söylemek isterim: Ulucanlar Cezaevi’nde yaptıkları çalışmayı izledim, oradaki konuşmacıların bilerek ya da bilmeyerek birbirlerinden çok farklı şeyler söylediklerine de tanık oldum. Evet, Politikalar Merkezi Başkanı adını söylediğiniz kişi, başlangıç metninden de, Anayasa’nın ilk dört maddesinden de şikayet ediyor. Oysa Cumhurbaşkanı bunlara değinmiyor ve bir çeşitlilikten bahsediyor. Hani tek dilde, tek devlette, tek millette bu kadar büyük vurgularla geçilen Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden sonra ne oldu ki şimdi milletin çeşitliliğinden bahsetmeye başladık.
Türkiye’nin çeşitliliği, ülkenin zenginliğidir. Ama siz bunu bir ayrışma ya da politikaya araç yapma vesilesi sayarsanız, bu Türkiye’nin yararına sonuçlar elbette doğurmaz. Her zaman olduğu gibi yerel seçimler öncesi çeşitliliği ortaya koyarak karşısındaki demokrasi bloğunu dağıtmaya yönelik bir çabadır. Bu çok açık bir çabadır ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de halkta da bu konuda artık yeterince deneyim vardır. AKP’nin bu çabası boşa çıkacaktır.
Biz nitelikli, çağdaş, demokratik bir anayasa istiyoruz Ama bunu halkımızla beraber yaparız, demokrasi karnesi belli olan AKP’yle birlikte yapamayız. İfade edelim; 1982 Anayasası’nın sivil ve askeri vesayetine ilişkin hangi alanı AKP ortadan kaldırmıştır? Yoksa ele geçirdiği o alanlar üzerinde tepinmeyi mi seçmiştir? Karne böyleyken bugünden yarına bir olumlu açılım sizden beklememiz de mümkün değildir doğal olarak.
Cumhuriyet Halk Partisi, Anayasa’nın ilk dört maddesinin tartışılamayacak ana defalarca söylemiştir. Başlangıç hükümleri de her anayasada vardır. Başlangıç hükümlerinden beğendiğiniz olur, beğenmediğiniz olur, neyse ortaya koyarsınız. Ben mesela şu sözcüğü, bu kavramını ortadan kaldırılmasını istiyorum dersiniz, gelirler, tartışırız. Biz Türkiye’de demokratik bir anayasa yaparken, bir partinin fırınından ve mutfağından çıkmış, onun görüşünü yansıtan, “Yeni Türkiye vizyonu” diye tanımladıkları işin bir aleti olabilecek anayasanın Türkiye’ye iyi gelmeyeceğini düşünüyoruz; açık olarak ifade ediyorum.
AKP’de Erdoğan sonrası sürece hazırlanmaya gayret edenlerin halleri ortada. Süleyman Soylu onlardan bir tanesiydi. Önce tüm muhalefetine rağmen bakanlıktan alındı, şimdi de emniyette yurt kurduğu yapılanmanın tamamen dağıtıldığını, valiliklere en yakın insanlarının görevden alındığını hep beraber görüyoruz, tanık oluyoruz.
Bizim için AKP içindeki taht kavgası asıl konumuz olamaz ama bizim açımızdan devletin mafyayla adaleti ve emniyeti de içine alacak bir yapılanma ile sarmalanması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu çerçevede mafyanın üzerine giden ,Türkiye’de mafya ilişkisi ne sahip olan adalet, yargı ve emniyet mensuplarını ortaya çıkartan her türlü çabanın destekçisi olacağımızı ifade ederiz. Ancak bu çabalar görünür işlerle sınırlı kalmamalı, gittiği yere kadar da gitmelidir. Bu bağlamda da adı geçenlerle sınırlı olmayan bir çamur düzeninin artık Türkiye’de temizlenmesi gerekiyor.
Yeri gelmişken bir konuya daha ifade edelim; Türkiye’de bu kadar suça bulaşmış insanlar varken, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanının 2014 yılında çok haklı olarak söylediği “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hırsızlar mı korunacak” lafı üzerinden kendisine bir fezleke ve dolayısıyla bir ceza davası açıldığı ve İstanbul’da Asliye Ceza Mahkemesi’nden kendisine bir davet kağıdı geldiğini gördük. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı, adı ne olursa olsun sizin pis oyunlarınıza alet olabilecek bir aktör, bir siyasi aktör değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır. Eğer Türkiye bu konuları gerçek anlamda ele almak istiyor ise, orada hırsız tanımlamasının kime karşı yapıldığını, hangi ortamda yapıldığını ortaya çıkartacak bir soruşturma düzlemini Meclis içerisinde geçirmesi gerekirdi. 17-25 Aralık sürecinin aktörleriyle, sonuçlarıyla beraber değerlendirilebildiğine tanık olduk mu? Maalesef olamadık. Verilen rüşvetler de ortadadır, takılan saatlerde ortadadır, ayakkabı kutularında yapılan hediyeleşmeler de ortadadır. Ancak bunların failleri, siyasetlerine aynen devam etmektedirler; kimisi büyükelçidir, kimisi milletvekilidir vesaire…
Bu dava sürecini nasıl tanımladığımızı da söyleyelim: Biz bunu bir şans olarak görüyoruz. Açsınlar davalarını, kimse onların davalarından falan korkmaz. O davalarda muhataplarının sözlerinin ortaya çıkması açısından tanıklar dinlenecektir, deliller ortaya konulacaktır ve inanıyor ve diliyorum ki, bu dava süreci aslında kovuşturulamamış olan bir düzenin de ipliğini pazara çıkartabilir. Dolayısıyla fezlekeyi düzenleyenlerin de, davayı açanların da pişman olacağı bir sürecin başlayabileceğini göreceğiz.
Nihayet sorduğunuz üçüncü soru; evet, biz de basından öğreniyoruz ve görüyoruz ki Özgür Özel yarın bir tutum belgesi açıklayacak ve muhtemelen tutum belgesinin peşinden de CHP Genel Başkanlığına aday olacağını açıklayacak. Bunu Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nde yapacak, herhangi bir otelin salonunda yapmayacak. Yine görüyorum ki Özgür Özel’in dışında bu sürece dahil olmak isteyen, adaylıklarını açıklamak isteyen başka arkadaşlarımız var. Onların tamamı için de Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Merkezi, konferans salonları açık olacaktır, açık tutulacaktır. Çünkü bu bir demokratik yarıştır. Aday olmak isteyen arkadaşlarımızın nasıl adaylaşacaklarını ilişkin kurallar tüzüğümüzde belirtilmiştir. Kendileri aday olurlar, kurultay günü gelirler, topladıkları imzaları ortaya koyarlar, düşüncelerini kürsülerden açıklarlar ve CHP demokratik bir yarışa sahne olur.
Bu açıdan da ifade edelim ki, ne yazık ki bütün bu süreçlere açık olabilen Türkiye’de bu nitelikte ve bu nicelikte başka bir siyasal parti yoktur. Bunu da CHP açısından bir şans ama Türkiye’nin genel siyaseti açısından da büyük bir şanssızlık olarak tanımlamak isterim.
Sosyal Medya Hesaplarımız